İLHAD
Dinden çıkma sonucunu doğuracak
inanç ve görüşleri savunma
anlamında felsefe ve kelam terimi.
(mülhid = ilhada sapan kimse)
Sözlükte "meyledip yönelmek, gerçekten sapmak, emredileni yerine getirmemek, kuşku duymak, mücadele ve münakaşa etmek" gibi anlamlara gelen ilhad kelam terimi olarak Allah'ın varlığı veya tekliğini, dinin temel hükümlerini inkar etmek, bunlar hakkında kuşku beslemek veya uyandırmak, dini kuralları hafife almak" manasında kullanılır. İlhada sapan kimseye mülhid denir. Kur'an-ı Kerim'de fiil ve masdar halinde geçtiği dört ayette, "Allah'ın isimlerini tahrif ve tağyir ederek O'nu inkara kalkışmak, Kur'an'ın Allah tarafından gönderildiğine inanmamak ve onu başka birine nisbet etmek, haktan sapmak, ayetleri yalanlamak, sapıkça te'vil ve tahrif etmek" şeklinde özetlenebilecek bir manada kullanılmıştır (el-Hac 22/25). Bu ayetlerin birinde zulümle birlikte ve onunla eş anlamlı olarak zikredilen ilhad böylece Cahiliye ahlakının ve tavrının karakteristik özelliği şeklinde zikredilir. Zira Kur'an'a karşı cahilce inat etme (hamiyyetü'l-cahiliyye), Allah'ın ayetlerine bir türlü teslim olmama, onları inkar etme Cahiliye tavrının belirgin niteliğini yansıtır.
DİNLER TARİHİ:
İlhad anlayışına farklı şekillerde de olsa her dinde rastlamak mümkündür. Hinduizm'de ferdin şimdiki hayatını öncekinin, gelecek hayatını da şimdikinin şekillendireceği tarzındaki sebep-sonuç prensibine dayalı ilahi adalet (karma) ve tenasüh (ruh göçü - ölen birinin ruhunun başka bir varlığa göçüp orada yaşaması inancı - samsara: yeniden doğuş) anlayışı üzerine temellendirilmiş olan kurtuluş doktrini (mokşa) bulunmaktadır. Bu doktrin gereği fertler, kendi varlık kategorileri için belirlenmiş kurallara uymadıkları sürece yeniden doğuş döngüsüne mahkum olacak, mutlak tanrı Brahma ile aynîleşmeyi ve ondan bir parça haline gelmeyi hedefleyen kurtuluşa (Nirvana) eremeyeceklerdir.
Budizm'de Pali metinlerinde geçen ve "tri-ratna" (üç cevher) olarak adlandırılan "Buda'ya sığınırım, dhammaya (doktrin) sığınırım, Sangha'ya sığınırım" şeklindeki iman ikrarına inananların Nirvana'ya ulaşmaya aday oldukları, bu esaslara inanmayan ve dinin temel öğretilerine riayet etmeyen kimselerin ise samsarada bir üst varlık kategorisine geçemeyecekleri kabul edilmektedir.
Kurtuluşun doğru bilgi, doğru iman ve doğru davranış, yani dinin temel öğretilerini doğru bilmek, bunlara iman etmek ve uygulamak şeklindeki imanın üç cevheriyle mümkün olduğu belirtilen Jainizm'de bu esaslara riayet etmeyenler, ruhlarını doğumla ölüm arasında cereyan eden bağdan kurtarıp ebedi kurtuluşa eremeyeceklerdir. Sih dininde de karma ve tenasüh (ruh göçü) anlayışlarının neticelendirdiği kurtuluşa ermenin yolu, Nanak tarafından tesbit edilen her gün Tanrı'nın ismi üzerine tefekküre dalmak, geçinmek için dürüstçe çalışmak, zenginlik ve mutluluğu diğerleriyle paylaşmak şeklindeki üç temel prensibe riayet etmektir.
İlahi dinlerden Yahudiliğin gerek kutsal metinlerinde gerekse geleneğine ait literatürde ilhad konusu genellikle "ahdi bozmak" şeklinde ele alınmakta, bu arada çeşitli sebeplerle dinlerini terkedenlerden bahsedilmekte ve onlar hakkındaki dini hükümler aktarılmaktadır. Tevrat'da İsrailoğulları'nın dinlerine bağlılıkları, Rab Yahova ile aralarında gerçekleşen ahde sadakatleriyle özdeşleştirilmiştir. İsrailoğulları Yahova'nın sözünü dinleyip onunla yapılan ahde sadık kaldıkları takdirde bütün kavimlerden daha üstün tutulacaklar ve Tanrı'nın kahinler melekûtu (melekut = ruhlar ve melekler alemi) ve mukaddes milleti olacaklardır (Çıkış, 19/5-6) Ahdin gereği olarak İsrailoğulları'na düşen, başta on emir (Tesniye, 4/13) olmak üzere Hz. Musa'nın Rab Yahova'dan getirdiği esaslara uymaktır. Ahd-i Atik'te (Eski Ahit) İsrailoğulları ahde bağlı kalmaları hususunda devamlı uyarılmış (Tesniye, 7/9-12: 29/9): içlerinden bazılarının başka tanrılara, güneşe, aya (Tesniye, 17/2-3; Hakimler, 2/19-20). putlara (Yeremya, 34/18) tapınmaları ve secde etmeleri ahdi bozmak, Yahova'ya (Hoşea, 6/7) ve onun şeriatına (Hoşea, 8/1) karşı hainlik yapmak şeklinde nitelendirilmiştir. Ayrıca Ahd-i Atik'te, başka tanrılara kulluk etmek suretiyle Tanrı'nın emirlerine aykırı davranarak ahdi bozan kişilere (Tesniye, I3/6-11, 17/2-7) veya topluluklara (Tesniye, 13/12-18) uygulanacak cezai müeyyidelerden de söz edilmiştir.
İsrailoğulları'nın bazı dönemlerde yaygın bir şekilde mabedlerinde Rab Yahova'dan başka tanrılara taptıkları (Hezekiel, 8/5-6). bazen de Yahova'nın yanında Ken'anlılar'ın tanrılarına meylettikleri (Hakimler, 2/1 1-15; Birinci Krallar, 16/31) belirtilmektedir. Öte yandan Antiochos Epephanes'in (m.ö. 175- 164) Filistin'e hakim olduğu dönemde şiddetli zulüm altında kalan bazı yahudilerin zorla Yunan kültürünün asimilasyonuna tabi tutuldukları, kısmen gönüllü olarak (İkinci Makkabiler, 4/13-15, 18- 19) Yunan tanrılarına tapındıkları rivayet edilmektedir (Birinci Makkabiler, 1/34, 43: 2/24 ). Yine bir kısım İskenderiyeli yahudinin dini anlayışlarında Yunan felsefesinin, özellikle de Epiküros felsefesinin etkisinde kaldıkları (Vaiz. 2/1-11), bunların Talmud geleneğinde Rab Yahova ile ahidlerini terkettiklerine hükmedildiği bilinmektedir (Nezikin, Sanhedrin, 38b).
Ahd-i Atik'teki ifadelerden İsrailoğulları'nın zaman zaman ahdi bozdukları (Tesniye, 29/25: Birinci Krallar, I9/10; İkinci Tarihler, I2/1; Yeremya, 22/9: Daniel, 2/30) ve bu yüzden cezalandırıldıkları (Tesniye, 17/2: Yeşü , 7/11; Mezmurlar, 132/12) anlaşılmaktadır. Tanrı'nın, ahidierini bozan İsrailoğulları'nı önceleri himaye etmediği (Yeremya, 32/37), fakat daha sonra onlara acıyarak kendileriyle ahdini tazelediği (Yeremya, 31/31 -34, 32/37-41; Malaki, 4/8) görülmektedir.
Yahudi geleneğinde dinlerini terkedenler için "mumar" (yahudi şeriatına açıkça karşı çıkan). "kofer'' (inkar eden) ve "meşummad" (inancı terkeden) gibi İbranice kelimeler kullanılmıştır; ayrıca Yunan filozofu Epiküros'un düşüncelerini benimseyenlere Epikoros ismi verilmiştir (Nezikin, Sanhedrin, 27a, 38b) Ancak yahudi bir anneden doğan veya gerekli protokollere uyarak Yahudiliği benimseyen ve sonradan dinini terkeden yahut bir başka dini tercih eden kimse yahudi şeriatına göre günahkar olmasına rağmen yine yahudi sayılmaktadır (Nezikin, Sanhedrin, 44a). Çünkü annesi yahudi olan kişi için Yahudilik'te kalıp kalmamak bir tercih meselesi değildir. Daha sonra Yahudiliği benimseyen kimse de yahudi bir anneden doğanla aynı statüye sahip olmaktadır. Yahudilik'te ilk ciddi amentü (Bir oluş, düşünce veya ideolojinin temelini oluşturan değer yargıları) çalışmasını gerçekleştiren Saadiah Gaon'un (Said b. Yusuf el-Feyyüml), temel iman ilkelerini terkedenleri Tanrı'dan başka bir beşere, güneşe veya aya tapanlar (Çıkış, 20/3), ne Tanrı'ya ne de bir başka şeye tapınanlar (Eyub, 21/14), inançlarında şüphe içinde bulunanlar (Mezmurlar, 78/36-37) şeklinde üç gruba ayırması ve bunların hepsini pişman olup tövbe ettikleri takdirde her iki dünyada da affedilecek günahkarlar olarak göstermesi (The Book of Beliefs and Opinions, s. 219-220). yahudi şeriatının bir yahudiyi inancını kaybetse de ölmeden önce tekrar tövbe etmesi mümkün olan bir günahkar saymasıyla paralellik arzetmektedir.
Bu görüş günümüzde de geçerlidir. Yahudi anneden doğmayan veya daha sonra bu dine girmeyen bir kimse inancının gereklerini yerine getirse de yahudi sayılmazken yahudi anneden doğan bir kişi mülhid bile olsa en katı Ortodoks mezheplerce dahi yahudi olarak görülmektedir. Ancak mezhepler arasında genel prensiplerle ilgili görüş birliği bulunmasına rağmen bazı ihtilaflar da söz konusudur. Bir yahudi baba ile hıristiyan anneden doğan çocuk yahudi geleneğine göre yetiştirilmişse reformist mezheplere göre yahudi sayılır. fakat Ortodokslar bunu yahudi kabul etmez. Öte yandan hristiyan baba ile yahudi annenin çocuğu Ortodokslar'a göre yahudi sayılırken reformistlere göre sayılmamaktadır. Yahudiliği terkeden kişi bu dinden sayılsa da tövbe edip tekrar dinini yaşamaya başlamadığı sürece yahudi toplumunun sahip bulunduğu imtiyazlardan mahrum kılınır, şahitliği geçersiz sayılır, yahudi mezarlığına defnedilmesine ve yasının tutulmasına izin verilmez; ancak bu kişinin şer'î evliliği geçerli kabul edilir.
Hristiyanlığın temel öğretisini Hz. İsa'nın kurtarıcılığı, kurtuluşa erebilmek için İsa'ya, öğretilerine ve yeryüzünde onun bedenini temsil eden kiliseye intisap etmenin zorunluluğu oluşturur. Kilise babaları bu inancı. "Kilise dışında kurtuluş yoktur" şeklindeki ifadeyle dogma haline getirmişlerdir. Dolayısıyla bu dindeki ilhadı "Hz. İsa ve kilisenin öğretilerini terketmek veya bunlara karşı çıkmak" şeklinde tanımlamak mümkündür.
Ahd-i Cedid'de (Yeni Ahit) "ilhad" anlamına gelebilecek çeşitli kelimeler kullanılmış olup "terketmek, vazgeçmek, isyan etmek" manasındaki Grekçe apostasia (apostasis) bunlardandır. Bu kelime bir yerde Musa şeriatını terketmek (Resullerin işleri, 21/21), bir başka yerde Tanrı'ya karşı isyan (Selanikliler'e ikinci Mektup, 2/3) şeklinde geçmektedir. Daha sonra aynı kelime Batı dillerinde (ing. apostasy, Fr. apostasie) "dinden dönme, irtidad" anlamında kullanılmıştır. Ahd-i Cedid'de Hz. İsa'ya ve öğretilerine inananlar itaatsizliğe (ibraniler'e Mektup, 2/3) ve itaatsizlik sebebiyle kurtuluşu kaybetmeye (ibraniler'e Mektup, 4/11-12) karşı uyarılmışlardır. "Bir kez nurlandırılmış, semavi vergiden tatmış, Rühulkudüs'e hissedar edilmiş ve Allah'ın iyi sözünü ve gelecek alemin kudretlerini tatmış oldukları halde yoldan sapanları yine tövbe için yeniletmek imkansızdır" (ibraniler'e Mektup, 6/4-6) şeklindeki cümlelerle ilhada düşenIerin durumu anlatılmış; "Çünkü hakikat bilgisine nail olduktan sonra kasten günah işlersek artık günahlar için kurban kalmaz, fakat hükmün dehşetli bir intizarı ve hasımları yiyip bitirecek olan şiddetli ateş kalır" (ibraniler'e Mektup, 10/26-27; ayrıca bk. 6/7-8) ifadeleriyle de nihai kurtuluş açısından onların akıbetine işaret edilmiştir.
Bizzat Hz. İsa kiliseyi tesis etmiş ve kurtuluşun yegane yolu olarak ona bağlanmayı emretmiş, kendi öğretilerini ve vaftizi tebliğ etmek üzere havarilerini görevlendirmiştir (Matta, 10/40; 18/17; 29/ 19; Markos, 16/15; Luka, 10/16). Havarilerin akidelerinde de Petrus'un, "Başka hiçbirinde kurtuluş yoktur" (Resullerin işleri, 4/12) ifadesiyle İsa Mesih ve öğretilerine imanın gereği olarak kurtuluş için kilisenin zorunluluğuna vurgu yapılmıştır. Kilise babalarından Origen'e göre de kilise dışında kimse kurtuluşa erdirilmeyecektir. Kiliseye tabiiyet. Tanrı'nın krallığına girmenin ve kurtuluşun vazgeçilmez şartı olan vaftiz olmak (Yuhanna, 3/5; Markos, 16/16), inanç esaslarını kabul etmek ve kilisenin kutsal birliğine girmek anlamlarına gelmektedir. Bu sebeple Aziz Cyprian kutsal birlikten ayrılan sapkın grupları kilisenin dışında kabul etmiştir. Dolayısıyla vaftiz edilmeyenler, kilisenin öğretilerini inkar ederek ilhada düşenler, sapkınlar ve kilisenin otoritesini kabul etmeyenler kilisenin üyesi olmaktan çıkmaktadırlar. Ancak Katolik öğretisine göre hiç vaftiz edilmeyenlerle sonradan inkara düşenIerin kiliseyle ilişkileri farklı statülere tabidir.
Öte yandan Hristiyanların II. yüzyılın ortalarına kadar yahudi şeriatını uyguladıkları (Galatyalılar'a Mektup, 2/11-14), hatta bazı Hıristiyanların pagan mabedlerine gittikleri (Korintoslular'a Birinci Mektup, 8/10) ifade edilmekle birlikte yahudi-hıristiyanlardan (Qudeo-chretien) ve diğer gnostik unsurlardan müstakil olarak ilk dönem Hristiyan kilisesinin tesisi tamamlandığında kiliseden ayrılıp ilhada düşmenin daha belirgin bir nitelik kazandığı bilinmektedir. Yeni Eflaltuncu felsefe okulunun kurucusu Ammanius Saccas Hristiyanlığı terketmiş, Roma imparatoru Julian da sonradan pagan dinini benimsemiştir. III. yüzyıldan itibaren Hristiyan geleneğinde ilhad genelde pagan dinini tercih şeklinde olmuştur. Kilise babalarından Hermas'ın, vaftiz edildikten sonra gerçekleşen ilhadın affedilmesinin imkansız olduğu şeklindeki görüşü ilk dönem kilisenin bu konuyla ilgili müeyyidesini teşkil etmiş, nihayet Roma imparatoru Constantinus zamanında ilhad artık imparatorluk tarafından cezalandırılan bir sivil suç haline gelmiştir. Ancak İznik Konsili'nden sonra mülhidlerin tövbe ederek kutsal birliğe (komünyon) girmelerine izin verilmiştir.
Kilisenin yargılama yetkisi açısından güçlü olduğu Ortaçağ'da ilhad suçu ağır bir şekilde cezalandırılmış, reform hareketlerinden sonra da Katolik kilisesi, Ortodoks ve Protestan kiliselerine rağmen kendisini kurtuluşun yegane yolu görmeye devam etmiştir. Hatta XIX. yüzyılın ikinci yarısında Papa IX. Pius, Katolik kilisesinin dışında kurtuluşa erişilemeyeceğini, fakat üstesinden gelinemez bir cehaletle Hıristiyanlığı öğrenemeyenlerin Tanrı katında suçlu sayılmayacağını ilan etmiştir. Ancak II. Vatikan Konsili'nden ( 1962-1965) sonra kilise yine kurtuluşun evrensel aracı olarak görülmekle birlikte diğer din ve mezheplerin varlığı da kabul edilmiş, bunların bazı olumlu değerler taşıdıklarından ve insanların kurtuluşuna yardımcı olduklarından söz edilmiştir. Artık ilhad hukuki keyfiyet taşıyan sivil bir suç olmaktan çıkmış, sadece nihai kurtuluş açısından fertle kilise arasındaki ilişkiyi belirleyen bir nitelik kazanmıştır.
Günah işleyen veya Hz. İsa'nın öğretilerini ve kiliseyi terkederek ilhada düşenlerin pişmanlık duyarak tövbe etmeleri halinde tekrar kilisenin kutsal birliğine dahil olmaları mümkün görülmüştür. Ahd-i Cedid'in, "Göklerin melekûtu anahtarlarını sana vereceğim; yeryüzünde bağışlayacağın her şey göklerde bağışlanmış olur ve yeryüzünde çözeceğin her şey göklerde çözülmüş olur" (Matta, 16/19) şeklindeki sözleriyle Hz. İsa adına havarilere verilen bağışlama yetkisi kilise tarafından üstlenilmiş. Lateran Konsili'nde (1215) şahsi tövbenin yılda hiç olmazsa bir defa yapılması gerektiği, Trent Konsili'nde de (1545-1563) vaftiz sonrasında işlenen günahların affı için tövbe sakramentinin (sakrament = Tanrı'nın zorunlu olarak bulunduğuna inanılan ayin) zorunlu olduğu kararına varılmıştır. Kilise hukukuna göre vaftiz olarak Hristiyanlığı kabul edip daha sonra Hristiyanlık'tan ayrılan kişi aforoz edilir. Böyle bir kişiyle evlenilmez, eğer evli iken ilhada düşmüşse bu durum boşanma sebebi sayılır. Bunlar Hristiyan mezarlığına defnedilmez.
İSLAM DÜŞÜNCESİ:
Arap Cahiliye
toplumu alemin yaratılışı (mebde) fikriyle
ilgilenmemiş, belli belirsiz bir yaratıcı tanrı
fikrine sahip olmakla birlikte öldükten
sonra yeniden dirilme konusundaki şüpheleri onları karamsarlığa ve
menfi bir kadercilik anlayışına sevketmiştir. Esas olarak yaratan-yaratılan arasında
bir süreklilik fikri taşımadıkları için
Tanrı'nın bu dünyadaki hakimiyetine de
inanamamışlardır. Onların bir kısmına göre yeryüzündeki
hadiseler "dehr" (mutlak zaman) adı
verilen bir başka faktörün etkisi altındadır
(el-Casiye 45/24)
Bu konuda fikir verebilecek önceki yazımız;
Bütün hayat, tabiatın
büyüme ve çürüme kanunlarıyla yönetilen
bir felaketler yığınından ibarettir (el-En'am
6/29; ayrıca bk.Izutsu. s. 85-87, 117-
118, 122). Dolayısıyla etkisiz bir tanrı inancının
yanı sıra irili ufaklı aracı tanrılara
inancın oluşturduğu Arap politeizmi dünyevi bir ahlak anlayışına yol açmış. bu da
ahireti ve uhrevi sorumluluğu ön plana
çıkaran İslam'a karşı diretme, inkar, zulüm
ve ilhadın sebebi olmuştur. İslam tarihi
boyunca mülhid ve dehri nitelemeleri
daima sapık inanışlar veya inkara sapan
insanlar için kullanılmıştır. Cahiliye
toplumundaki bu tür inanışların harici
sebeplerinden de söz edilmektedir. Özellikle
gnostisizm denilen batıni eğilimli
akımlarla ilişki içinde bulunan Kinde gibi
bazı Arap kabileleri komşu oldukları Fars
ülkesinin senevi (iki tanrıcı) inançlarına
açık olmuş ve muhtemelen bu durum İslam
tarihindeki ilhad akımlarının yeşermesine
zemin hazırlamıştır (Ali Sami en-Neşşar,
I, 212-213). İslam'dan önce Fars
hakimiyetinde bulunan Hîre (Lahmî) Emirliği
bu kültürün Araplar'a intikalinde köprü
işlevi görmüş, zındıklık akımı bu kanalla
Kureyş'e kadar ulaşmıştır (Atıf Şükrî Ebû Avz, s. 76-77, 88-89).
Müseylimetülkezzab hareketi gibi sapıklıklar
bir yana İslam tarihinde ilhad
akımlarının başlangıcı Emeviler'in son dönemine kadar uzanır. Başta kaderilik ve
cebrilik olmak üzere bazı kelami akımların
da ilhad kavramı içinde yorumlandığı
müşahede edilmektedir. Nitekim özellikle
Ca'd b. Dirhem ve daha sonra Cehm b.
Safvan gibi isimlerin yaygınlaştırmaya çalıştığı,
Allah'ın kelam sıfatının ve dolayısıyla ilahi ilmin hadis olduğu inancı ezeli sıfatların inkarı şeklinde bir ilhad akımı
olarak tanımlanmış, hem Selefi hadis
ekolü hem de Eş'ari kelamcıları tarafından
mahkum edilmiştir. Ca'd b. Dirhem'in
son Emevi halifesi Mervan ile oğluna hocalık
yaparak onları da zındıklığa iten kişi
olarak kaydedilmesi ilginçtir (İbnü'n-Nedim, s. 401). Buhari'nin Halku ef'ali'l-'ibad ve Ahmed b. Hanbel'in er-Red
'ale'l-Cehmiyye ve'z-zenadıka adlı eserleri,
hadisçi ekolün ilhad ve zındıklık diye
nitelediği akımlara karşı geleneksel aleyhtarlığın
ilk örneklerindendir. Cehm b.
Safvan'ın sistemleştirdiği şekliyle "irca"
(kulların dini durumu hakkındaki nihai
hükmün ancak ahirette Allah tarafından
verileceği), "cebir" ve "sıfatların inkarı"
başlıklarıyla özetlenen görüşlerin, Emevi rejimine ve resmi felsefesine karşı yürütülen siyasi muhalefetin bir yansıması
olduğunu ileri süren modern yaklaşımlar
(mesela bk. Muhammed Abid el-Cabiri, s.
318-322), Cehm'i mevali unsurunun ideolojik
sözcüsü olarak mazur gösterme eğilimindedir.
Ayrıca Cehm'in, o dönemde
aşırıya varan teşbih (benzetme) ve tecsim (cisimleştirme) görüşlerine
karşı ezeli sıfatları inkar etmesi de yine
siyasi muhalefetle ilgilidir. Buna göre
ezeli ilim "ezeli takdir" anlamına geldiği, bu da halihazır olumsuzluklara veya haksızlıklara
mazeret olarak kullanıldığı ve
böylece onları meşrulaştırdığı için ilim vb.
sıfatlar Cehm tarafından hadis şeklinde
yorumlanmıştır.
Muhafazakar alimler bu fikirleri küfür
ve zındıklık olarak nitelemiştir. Mesela
Darimi bu fikirlerin senevi (Maniheist) anlayış arasında yer aldığını. Cehmiyye'nin ehl-i kıbleden sayılamayacağını, zındıkların
en kötüsünün Cehmiyye olduğunu,
dininden dönen bu insanların öldürülmesi
gerektiğini ileri sürmüştür (er-Red
'ale'l-Cehmiyye, s. 6, 93-94, 99-101). Malati ise Cehm'in inkar ettiği dini akidelerin
uzun bir dökümünü yapmış ve onun
Horasan Sümenîleri'nin etkisinde kalan
bir zındık olduğunu kaydetmiştir (et-Tenbih ve'r-red, s. 99-145). Bu literatürün
öncülerinden olan Ahmed b. Hanbel de
Cehm b. Safvan'ın Sümenîler'le yaptığı
tartışmalara ve onlardan etkilenmesine
önemle vurgu yapmaktadır (Kitabü'r-Red
'ale'l-Cehmiyye ue z-zenadıka, s. 221 ). Ancak
başta mezhepler arası mücadelelere
katılan ve ayrıca muhafazakar eğilimler
taşıyanlar olmak üzere genellikle siyasi
etkilerden uzak kalamayan itikadi fırka
mensuplarının birbirlerine yönelik ithamlarının
ihtiyatla karşılanması gerektiği belirtilmiştir.
İslam düşünce tarihinde ilhad akımlarının
sistemli ve örgütlü bir yapı kazanması
Abbasi Halifesi Mehdi-Billah dönemine
rastlar. "Zenadıka" adıyla anılan bu
grupların Fars kültürünün üstünlüğünü
savunan Şuûbiyye hareketiyle ilişkisine
daima dikkat çekilmiştir. Zındıklık hareketi, İslam medeniyetinin gelişme çağındaki
en ciddi ve tehlikeli ilhad akımı olarak
kabul edilmektedir. Esas itibariyle
Maniheist ve Mazdekçi itikadlara sahip
bulunan ve etnik menşei Fars unsuruna
dayanan entelektüellerin gizli veya açık
şekilde bir Arap dini olarak algıladıkları
İslam'ı fikren zayıflatmak, buna karşılık
Fars kültürünün kadim ve üstün olduğuna
inanılan özelliklerini vurgulayan eserler
yazmak veya mevcut literatürü tercüme
ederek yaymak faaliyetine zenadıka hareketi denmektedir (bk. ZINDIK).
Bilhassa Abbasiler döneminde Hint ve
Fars kültürüne ilginin artmasıyla birlikte
bu kültürlerden beslenen tenasüh ve hulûl inancı İslami ibadet şekillerinin tezyif
veya inkarı, mal ve kadında ortaklık fikri
gibi bir yönüyle ilhad ifade eden telakkiler
gizli veya açık şekilde dile getirilmekteydi.
Söz konusu hareketlerden doğmuş
olan Mukannaiyye ve Hürremiyye gibi ilhad
fırkaları, İslam'ın temel inançlarını
savunan düşünür ve bilginler tarafından
titizlikle incelenmiş ve reddedilmiştir. Bu
tür akımların, farklı gerekçelere dayalı da
olsa yine bir muhalefet hareketi olan Şiiler'i
destekleyip onların içine sızmak ve
giderek onlarla özdeş görünmek suretiyle
Batıniyye kimliğine büründüğü ve Karmatiyye,
Dürziyye gibi isimler altında birçok ilhad akımının doğmasına yol açtığı
bilinmektedir (bk. BATINİYYE). Ancak adı
daima Batıniyye ile birlikte anılan İsmailiyye'nin
gnostik eğilimler taşımasına rağmen senevi akidelere sahip olmadığı, hatta onlarla mücadele ettiği belirtilmelidir
(Ali Sami en-Neşşar. ı. 230-232).
Zındıklık ve Batıniliğin öğretileri içinde
dehrilik ve tabiatçılık gibi felsefi kozmolojilerle
şer kavramının yanlış tahlilinden
doğan senevi inançların ve nihayet ilahi
faaliyeti ezeli sıfatların bir tezahürü olarak
görmeyip bu sıfatları Allah'ı inkara varacak
şekilde reddetme tavrının bir arada
yaşayabildiği görülmektedir. Bütün bu
ateist veya deist görüşlerin neticesi olarak
şer'i yükümlülükleri inkar edip dinin
yasakladıklarını mubah gören (ibahi) bir
tavır geliştirilmiş olması tabiidir. Sonuç
itibariyle genel olarak Maniheist, Mazdekçi ve Mecüsi inançlarına gizli açık bir şekilde
sahip olan zındık tipi inançsız, dinin
emirleri karşısında kayıtsız ve alaycı nitelikleriyle
ilhad kapsamı içinde değerlendirilmiştir
(Atıf Şükri Ebû Avz, s. 108-
113).
Abbasi Halifesi Mehdi-Billah, dönemin
kelamcılarını mülhidlere reddiyeler yazmakla
görevlendirmiş, ayrıca onları takip ve yargılama hususunda "sahibü'z-zenadıka" diye anılan yetkililer tayin etmiş ve görüşlerinden dönmeyen senevileri öldürtmüştür. Mu'tezile alimi Kadi Abdülcebbar'ın da bu yetkililerden biri olduğu kaydedilmektedir. Mehdi-Billah'ın, oğlu Hadi-İlelhakk'a aynı sert politikayı uygulama yolundaki vasiyeti Harunürreşid, Emin, Me'mun ve Mu'tasım tarafından da takip edilmiştir (Ahmed Emin, I. 139-144). Ancak Harunürreşid zamanında zındıklara karşı nisbi bir müsamahanın gösterilmiş olmasını Fars asıllı Bermeki ailesinin vezarette bulunmasına bağlayan, ayrıca Bermekiler'in zındıklığından kuşkulanan yaklaşımlar da söz konusudur. Mesela Ebu Bekir İbnü'I-Arabi, İslam dünyasında ilhadın doğuşunu Bermekiler'e bağlama eğilimindedir. Ona göre bu ailenin tıp ve felsefeyle ilgili çalışmaları batıl itikadların yayılmasına, zındıklığın gelişmesine, bu fikirleri işleyen edip ve filozofların zuhur etmesine yol açmıştır (el-Avaşım, s. 94-99).
İslamiyet'i benimsemeden önce Mecusi veya Maniheist olduğu rivayet edilen İbnü'I-Mukaffa' zındıklıkla itham edilmiştir. Onun başta Kitabü Mazdek olmak üzere senevi kültürün başlıca klasiklerini Arapça'ya tercüme etmesi daima gizli bir ilhad niyetine bağlanmıştır. Buna karşılık çağdaşı Cahiz'e göre İbnü'I-Mukaffa', Fars kültür ve inançlarını iyi tasvir etmişse de tenkit gerektiren noktaları vurgulamamış, belki de bu yüzden yanlış anlamalara sebebiyet vermiştir (Atıf Şükri Ebu Avz, s. 184-185). Bu durum, gerçek mülhidlerle rakipleri tarafından saf dışı bırakılmak için ilhad suçuyla itham edilmiş olanlar arasında bir ayırım yapmanın önemli olduğunu göstermektedir. Bir devlet sekreteri olarak siyasetin riskli zemininde görev yapmış olan İbnü'I-Mukaffa'ın tartışmalı durumuna karşılık Beşşar b. Bürd, Salih b. Abdülkuddus gibi şairlerin ilhadı o kadar tartışmalı değildir. Şüpheci, inkarcı ve bazen ateşperest bir zındık olarak tasvir edilen Beşşar'a ait şiirlerin Mu'tezile kelamcısı Vasıl b. Ata tarafından, "Bu kör mülhidin kelimeleri şeytanın en saptırıcı ve aldatıcı ipleridir" şeklinde nitelendirildiği kaydedilmektedir (a.g.e. , s. 178-1 79). Şair Ebu Nüvas'ın , Beşşar'a ait şiirlerin Maniheistler'in törenlerinde ibadet kastıyla okunduğunu aktarması ilginçtir (Ahmed Emin, I. 151; Abdurrahman Bedevi, s. 38). Salih b. Abdülkuddus. açıkça ilhad propagandası yaptığı için Halife Mehdi-Billah tarafından idam ettirilmiş , ölüm cezasına çarptırılması istenen Beşşar ise içkiden dolayı
had cezası uygulanırken ölmüştür. Onun
mülhidliğinin daha ziyade mutlak bir septisizmle
ilgili olduğu, yine Mu'tezile kelamcısı
Ebü'I-Hüzeyl el-AIIaf ile yaptığı
tartışmalardan anlaşılmaktadır (Atıf Şükri
Ebu Avz, s. 181). Şair ve edipler arasında
şeriatı hafife alıp ibahi bir tavır ortaya
koydukları için zındıklıkla itham edilenler
de vardır. Ebu Nüvas, Ebü'I-Atahiye ve
Ebü'I-Ala el-Maarri bu ithamdan nasiplerini
alan ediplerdir; ancak onların yer yer
hazcı, yer yer şüpheci sözlerinde mutlak
bir ilhadın izlerini aramak yerine karamsar
bir dünya görüşünün tereddütlerini
görmek daha uygun olur. Mesela Maarri, Ebü'I-Atahiye'nin haksız yere zındıklıkla
itham edildiğini söylerken Ebu Nüvas'ı
zındıklar arasında saymış, ayrıca kendi
zındıklar listesine Hallac-ı Mansur'u da
dahil etmiştir. Bu durum söz konusu ithamların
izafiliği hususunda yeterli fikir
vermektedir. Kendisi de zındıklıkla itham edilen Maarri'ye göre zındıkların öteki adı
dehridir; onlar peygamberliğe ve ilahi kitaplara
inanmazlar (Ahmed Emin. . 155). İlhadın
gelişmesinde en etkili ismin şair ve katip
Eban b. Abdülhamid olduğu kaydedilmektedir.
Eban gözle görülmeyen cin,
melek gibi varlıklara inanmıyordu (Abdurrahman
Bedevi, s. 36). Kelamcı mülhid
ve zındıkların en meşhurları ise İbn Talut
ve Nu'man dır. Bunlar mülhidliğe nisbet
edilen İbnü'r-Ravendi'nin hocaları olmuşlardır. Abdülkerim b. Ebü'I-Avca'nın adı
da aynı grupta anılırken onun binlerce hadis
uydurduğu belirtilir (a.g.e. , s. 38). Diğer bir mülhid olan Ebu İsa el-Verrak cisimlerin
ezellliğine inanan Maniheist bir
kelamcıydı. Hem senevi inançları hem
dehri felsefeyi benimseyen Verrak'ın da
İbnü'r-Ravendi'ye hocalık yaptığı kaydedilmektedir
(Hayyat, s. 111).
İslam dünyasında İbnü'r-Ravendi kadar
mülhid nitelemesinin kendisiyle özdeşleştiği
bir başka isim yoktur. Hayyat'a
göre İbnü'r-Ravendi, Mu'tezile arasından
kovulmasının hıncıyla bu ekole cephe almış
ve yalan yanlış fikirler isnat etmek
suretiyle Fadihatü'l-Mu'tezile adlı bir
kitap kaleme almıştır. Esas itibariyle bu
eser, Cahiz'in Mu'tezile'yi övüp Şia'yı yeren
Faziletü'l-Mu'tezile'sine karşı yazılmış, Hayyat'ın el-İntişar'ından anlaşıldığı kadarıyla kitapta Şia'ya yöneltilen sapıklık
ithamlarının aynen, hatta fazlasıyla
Mu'tezile için de geçerli olduğu iddia
edilmiştir. Mu'tezile çevrelerinde derin
yankılar uyandırdığı anlaşılan bu eser.
Hayyat'ın "Kitabü'l-İntişar ve'r-red 'ala İbni'r-Ravendi el-mülhid" adlı kitabını
kaleme almasına yol açmıştır. Hayyat'a
göre İbnü'r-Ravendi, çeşitli eserlerindeki
görüşleriyle ilhada boğulmuş bir sapıktır
(a.g.e., s. 11-12). Onun dehrilik yakıştırmasında
bulunduğu Mu'tezile öncüleri
ise tam aksine dehriyye ve seneviyyeden
olan çeşitli mülhid gruplara karşı reddiyeler
yazmışlardır (a.g.e., s. 21 ). İbnü'r Ravendi'nin
iniş ve çıkışlarla dolu fikir grafiğini
doğru tesbit edip yorumlamak çeşitli güçlükler taşımaktadır. Mesela Matüridi'nin
Kitabü't- Tevhid'inde (s. 193-
200). peygamberliği eleştiren ve mucizelere
inancı tabii güçler hakkındaki bilgisizliğe
bağlayan Maniheist Ebu İsa el-Verrak'a
karşı öğrencisi İbnü'r-Ravendi'nin
peygamberliği ispat için ileri sürdüğü deIiller uzun iktibaslar halinde zikredilmektedir.
Buna rağmen İbnü'r-Ravendi İslam
dünyasında tanrıtanımaz, materyalist,
aklı tek evrensel ölçü kabul eden, bu yüzden
peygamberliği gereksiz gören. Kuran'da çelişkiler olduğunu ileri süren, ilahi
hikmeti ve adaleti inkar eden bir mülhid.
kararlı bir dehri olarak tanınmaktadır.
İslam mezhepler tarihinde Berahime
ile peygamberliği inkar tavrı adeta özdeşleşmiştir. Mesela Bakıllani, Berahime'nin
temel inançlarını zikrederken onların peygamberliği ilahi hikmete aykırı bulup inkar
ettiklerini, hac ve oruç gibi ibadetleri gereksiz
saydıklarını, aklı yegane kılavuz
gördüklerini belirtmekte, Mu'tezile'nin
de benzeri akılcı tavırlara sahip olduğunu
söylemektedir (et-Temhid, s. 96-109).
Eflatuncu eğilimleriyle şöhret bulan filozof
Ebu Bekir er-Razi'nin de mülhid olarak tanındığı
bilinmektedir. Özellikle onun
beş ezeli ilke ile (yaratıcı Tanrı , evrensel
ruh , ilk madde, zaman, mekan) açıkladığı peygamberliğin inkar edildiği fikirler
bulunan kitaplar yüzünden mülhid olarak
damgalanmıştır. Nitekim peygamberlikle
ilgili görüşlerine A'lamü'n-nübüvve
adıyla bir reddiye yazan İsmaili kelamcısı
Ebu Hatim er-Razi ismini zikretmeksizin
onu ısrarla mülhid olarak anmıştır. Ancak
İbnü'r-Ravendi gibi Razi'nin de inkarcılık
ve kaba materyalizm anlamıyla dehriliğe
nisbet edilmesinin isabetli olmadığı
görülmektedir. Buna rağmen gerek Razi'nin
felsefesi, gerekse alemin ezeliliği
veya Tanrı'nın zatından başka ezeli ilkeler
bulunduğu düşüncesi tevhide aykırı görüldüğü için bu düşünceden hareket eden
yahut bu fikre ulaşan bütün felsefi kozmolojiler ilhad olarak değerlendirilmiştir.
İbn Hazm, İslam dinine temelden aykırı bulduğu çoğu kozmolojik görüşleri altı
kısma ayırmıştır:
-bilginin imkanını inkar etmek:
-alemin ezeli olduğunu, yaratanı ve yöneteni bulunmadığını iddia etmek;
-alemin ezeli olduğunu ve ezeli bir yöneteni bulunduğunu ileri sürmek;
-alemin ezeli veya muhdes (İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan) olduğu konusunda farklı düşünmekle birlikte yöneticisinin ezeli ve birden çok olduğunda birleşmek:
-alemin ezeli olmadığını, tek bir ezeli yaratıcının varlığını kabul edip peygamberliği inkar etmek;
-alemin yaratılmış olduğunu, ezeli ve tek bir yaratıcısı bulunduğunu, peygamberliğin hak olduğunu kabul ederken bazı peygamberleri inkar etmek
(el-Faşl, I. 36-3 7).
İbn Hazm'ın bu sıralaması, İslam kelamında sapıklık olarak görülen inanç ve düşüncelerin derli toplu bir özetidir. Fırkalar ve ekoller açısından ele alındığında bu temel iddiaların İbn Hazm tarafından sırasıyla sofistlere (sûfestaiyye), ateist materyalistlere (dehriyye), Aristocu filozoflara (Meşşaiyye), çeşitli Mecüsi, Maniheist ve Mazdekçi akımlara ve onlarla birlikte Hermetik ve Sabii inançlara nisbet edildiği görülmektedir. İbn Hazm, bu fırkaların İslam dünyasındaki çeşitli uzantılarının toptan tekfir edilmesi ve bu mülhidlerin Kur'an'dan kendilerine göre anlamlar çıkarmasına itibar edilmemesi gerektiğini vurgulamaktadır (a.g.e., I. 166-167). Abdülkahir el-Bağdadi aynı temel görüşleri on beş grup halinde sıralamaktadır (Uşûlü'd-din, s. 319-322, 329-337). Bu düşünce geleneği içinde alemi ezen bir ilk ilietin ma'lülü, yani ezen bir varlık verme faaliyetinin eseri olarak tanımlayan Farabi ve İbn Sina gibi islam filozoflarının tekfir edilmesi de beklenen bir durumdu. Yeni Eflatuncu İslam filozoflarının ortaya koyduğu kozmolojik doktrinlerin batıni akımlarla benzerlik taşıdığı ve onlarla münasebet içinde bulunduğu düşüncesi, muhtemelen bu filozoflara ait fikirlerin mülhidce ve zararlı bulunmasında rol oynamıştır. Daha sonraki dönemde Muhyiddin İbnü'l-Arabi'nin Kur'an'dan çıkardığı ve yer yer felsefi bir dille ifade ettiği batıni anlamlar da onun tekfir edilmesine sebep olmuştur. Buna karşılık Batıniyye fırkası konusunda hassas olan Sünni alem de ve özellikle Türk dünyasında ciddi bir İbnü'l-Arabi ekolünün meydana geldiği de bir ger- çektir.
Felsefe konusundaki menfi kanaatlerin esaslı fikirler haline gelmesinden sonra felsefi ilimlerin tahsilini bizzat İslam'ın emrettiğini ileri süren fakih-filozof İbn Rüşd'ün çabası felsefeye vurulan damganın silinmesinde etkili olmamıştır. Ancak felsefi faaliyetin bir ilhad ifadesi olmak şöyle dursun dinin bir emri olduğunu savunan Cemaleddin-i Efgani'nin başlattığı yeni çığır (Keddie, s. 114), İbn Rüşd'ün sonuçsuz kalmış fikirlerini modern müslümanlar için bir ilham kaynağı haline getirmiştir. Hindistan'ın Aligarh Üniversitesi'nde tabiatçı (natüralist) bir felsefe cereyanını hakim kılmak isteyen Seyyid Ahmed Han ve arkadaşlarına karşı Arapça' ya tercüme edildiği adıyla er-Red 'ale'ddehriyyin başlıklı bir eser kaleme alan Efgani, natüralist olarak andığı ve eski Yunan materyalizmine dayandırdığı fikirlerin tanrıtanımaz karakteri üzerinde ısrarla durmuştur. Efgani'ye göre bu fikirlerin modern çağdaki temsilcilerinin özellikle Darwin'in etkisiyle söz konusu Hintli yazarlar maddeci, tabiatçı ve dehri olarak adlandırılan tanrıtanımazlara benzemişlerdir (a.g.e., s. 132-139) Bunların, eski İslam çağında Mısır'da Batıniyye adıyla ortaya çıkan ve Kur'an-ı Kerim'i te'vil eden tabiatçılardan bir farkı yoktur. Efgani'ye göre İran'da zuhur eden Babiler de Alamut tabiatçılarının bir devamıdır. Osmanlı Devleti, önde gelen bazı ilim ve devlet adamlarının tabiatçılara ait bozuk fikirlere kapılması yüzünden bugünkü kötü duruma düşmüştür. Modern sosyalist, komünist ve nihilistlerin de aynı tabiatçı yolu izledikleri bilinmektedir. bunların idealleri Mazdekçi ideallerle tıpatıp aynıdır (a.g.e., s. 156-160).
Daha sonra Beşir Fuad, Baha Tevfik, Abdullah Cevdet gibi Osmanlı yazarlarının materyalist zihniyetine karşı Şehbenderzade Ahmed Hilmi ve İsmail Fenni Ertuğrul gibi fikir adamları felsefi mahiyette cevaplar vermişlerdir (bk. BATILILAŞMA [Felsefi Düşünce ). Ancak Türk - İslam kültür tarihinin Batılılaşma diye nitelenen bu safhası ile Türk ilhad tarihinin eski safhaları arasında belirgin bir ilişki yoktur. Eskiden Maniheist inançlara mensup olup bunun izlerini devam ettiren Türk topluluklarına Osmanlı literatüründe genel olarak zındık denmiştir. Bunların tabiata, güneşe ve aya taptıkları kaydedilmekte, bu kültürlerin Maniheizm'in kalıntıları olduğu düşünülmektedir. Mesela II. Bayezid zamanında (1481-1512) Rumeli'de takibata uğrayan Kalenderi dervişleri "ehl~i ilhad, ferik-ı. zındık ışık taifesi, rafizi, mülhid" gibi nitelemelerle anılmaktadır. Kendilerini Bektaşiliğe nisbet eden zındık ve mülhidlerden de bahsedilmektedir. Dolayısıyla mülhid, zındık ve rafizi kelimeleri Türk- islam kültür tarihindeki sapık inançların ortak adı olmaktadır (Ocak, sy 12 11982 J, s. 509-516).
İlhada yönelik fikri eğilimlerin çağdaş Mısır'daki görünümüyle ilgili olarak Muhammed Hüseyin ez-Zehebi'nin Kur'an'ın çağdaş yorumuna sokulan "ilhadi renk" hususunda yaptığı değerlendirmeler ilgi çekicidir (et-Tefsir ve'l-müfessirûn, III, 188- 189, 198) Zehebi bazan bilim ve modernizm adına, bazan da sapık akımların etkisinde kalınarak yapılan bu te'villerin esas itibariyle dinin temel akidelerini inkara vardığına dikkat çekerek Ezher Üniversitesi'nde toplanan bir komisyonun bu tür tefsirler hakkında "dinde ilhad ve Allah'ın kelamını tahrif" hükmünü verdiğini kaydetmektedir
(ilhada düşmenin sebepleri hakkında bk. TEKFİR).
MUSTAFA SİNANOĞLU - İLHAN KUTLUER
İslam Ansiklopedisi
Lütfen Okumadan Geçmeyin;
İSLAM ÖNCESİ VE İSLAM SONRASI ATEİZM (DEHRİYYE)
-bilginin imkanını inkar etmek:
-alemin ezeli olduğunu, yaratanı ve yöneteni bulunmadığını iddia etmek;
-alemin ezeli olduğunu ve ezeli bir yöneteni bulunduğunu ileri sürmek;
-alemin ezeli veya muhdes (İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan) olduğu konusunda farklı düşünmekle birlikte yöneticisinin ezeli ve birden çok olduğunda birleşmek:
-alemin ezeli olmadığını, tek bir ezeli yaratıcının varlığını kabul edip peygamberliği inkar etmek;
-alemin yaratılmış olduğunu, ezeli ve tek bir yaratıcısı bulunduğunu, peygamberliğin hak olduğunu kabul ederken bazı peygamberleri inkar etmek
(el-Faşl, I. 36-3 7).
İbn Hazm'ın bu sıralaması, İslam kelamında sapıklık olarak görülen inanç ve düşüncelerin derli toplu bir özetidir. Fırkalar ve ekoller açısından ele alındığında bu temel iddiaların İbn Hazm tarafından sırasıyla sofistlere (sûfestaiyye), ateist materyalistlere (dehriyye), Aristocu filozoflara (Meşşaiyye), çeşitli Mecüsi, Maniheist ve Mazdekçi akımlara ve onlarla birlikte Hermetik ve Sabii inançlara nisbet edildiği görülmektedir. İbn Hazm, bu fırkaların İslam dünyasındaki çeşitli uzantılarının toptan tekfir edilmesi ve bu mülhidlerin Kur'an'dan kendilerine göre anlamlar çıkarmasına itibar edilmemesi gerektiğini vurgulamaktadır (a.g.e., I. 166-167). Abdülkahir el-Bağdadi aynı temel görüşleri on beş grup halinde sıralamaktadır (Uşûlü'd-din, s. 319-322, 329-337). Bu düşünce geleneği içinde alemi ezen bir ilk ilietin ma'lülü, yani ezen bir varlık verme faaliyetinin eseri olarak tanımlayan Farabi ve İbn Sina gibi islam filozoflarının tekfir edilmesi de beklenen bir durumdu. Yeni Eflatuncu İslam filozoflarının ortaya koyduğu kozmolojik doktrinlerin batıni akımlarla benzerlik taşıdığı ve onlarla münasebet içinde bulunduğu düşüncesi, muhtemelen bu filozoflara ait fikirlerin mülhidce ve zararlı bulunmasında rol oynamıştır. Daha sonraki dönemde Muhyiddin İbnü'l-Arabi'nin Kur'an'dan çıkardığı ve yer yer felsefi bir dille ifade ettiği batıni anlamlar da onun tekfir edilmesine sebep olmuştur. Buna karşılık Batıniyye fırkası konusunda hassas olan Sünni alem de ve özellikle Türk dünyasında ciddi bir İbnü'l-Arabi ekolünün meydana geldiği de bir ger- çektir.
Felsefe konusundaki menfi kanaatlerin esaslı fikirler haline gelmesinden sonra felsefi ilimlerin tahsilini bizzat İslam'ın emrettiğini ileri süren fakih-filozof İbn Rüşd'ün çabası felsefeye vurulan damganın silinmesinde etkili olmamıştır. Ancak felsefi faaliyetin bir ilhad ifadesi olmak şöyle dursun dinin bir emri olduğunu savunan Cemaleddin-i Efgani'nin başlattığı yeni çığır (Keddie, s. 114), İbn Rüşd'ün sonuçsuz kalmış fikirlerini modern müslümanlar için bir ilham kaynağı haline getirmiştir. Hindistan'ın Aligarh Üniversitesi'nde tabiatçı (natüralist) bir felsefe cereyanını hakim kılmak isteyen Seyyid Ahmed Han ve arkadaşlarına karşı Arapça' ya tercüme edildiği adıyla er-Red 'ale'ddehriyyin başlıklı bir eser kaleme alan Efgani, natüralist olarak andığı ve eski Yunan materyalizmine dayandırdığı fikirlerin tanrıtanımaz karakteri üzerinde ısrarla durmuştur. Efgani'ye göre bu fikirlerin modern çağdaki temsilcilerinin özellikle Darwin'in etkisiyle söz konusu Hintli yazarlar maddeci, tabiatçı ve dehri olarak adlandırılan tanrıtanımazlara benzemişlerdir (a.g.e., s. 132-139) Bunların, eski İslam çağında Mısır'da Batıniyye adıyla ortaya çıkan ve Kur'an-ı Kerim'i te'vil eden tabiatçılardan bir farkı yoktur. Efgani'ye göre İran'da zuhur eden Babiler de Alamut tabiatçılarının bir devamıdır. Osmanlı Devleti, önde gelen bazı ilim ve devlet adamlarının tabiatçılara ait bozuk fikirlere kapılması yüzünden bugünkü kötü duruma düşmüştür. Modern sosyalist, komünist ve nihilistlerin de aynı tabiatçı yolu izledikleri bilinmektedir. bunların idealleri Mazdekçi ideallerle tıpatıp aynıdır (a.g.e., s. 156-160).
Daha sonra Beşir Fuad, Baha Tevfik, Abdullah Cevdet gibi Osmanlı yazarlarının materyalist zihniyetine karşı Şehbenderzade Ahmed Hilmi ve İsmail Fenni Ertuğrul gibi fikir adamları felsefi mahiyette cevaplar vermişlerdir (bk. BATILILAŞMA [Felsefi Düşünce ). Ancak Türk - İslam kültür tarihinin Batılılaşma diye nitelenen bu safhası ile Türk ilhad tarihinin eski safhaları arasında belirgin bir ilişki yoktur. Eskiden Maniheist inançlara mensup olup bunun izlerini devam ettiren Türk topluluklarına Osmanlı literatüründe genel olarak zındık denmiştir. Bunların tabiata, güneşe ve aya taptıkları kaydedilmekte, bu kültürlerin Maniheizm'in kalıntıları olduğu düşünülmektedir. Mesela II. Bayezid zamanında (1481-1512) Rumeli'de takibata uğrayan Kalenderi dervişleri "ehl~i ilhad, ferik-ı. zındık ışık taifesi, rafizi, mülhid" gibi nitelemelerle anılmaktadır. Kendilerini Bektaşiliğe nisbet eden zındık ve mülhidlerden de bahsedilmektedir. Dolayısıyla mülhid, zındık ve rafizi kelimeleri Türk- islam kültür tarihindeki sapık inançların ortak adı olmaktadır (Ocak, sy 12 11982 J, s. 509-516).
İlhada yönelik fikri eğilimlerin çağdaş Mısır'daki görünümüyle ilgili olarak Muhammed Hüseyin ez-Zehebi'nin Kur'an'ın çağdaş yorumuna sokulan "ilhadi renk" hususunda yaptığı değerlendirmeler ilgi çekicidir (et-Tefsir ve'l-müfessirûn, III, 188- 189, 198) Zehebi bazan bilim ve modernizm adına, bazan da sapık akımların etkisinde kalınarak yapılan bu te'villerin esas itibariyle dinin temel akidelerini inkara vardığına dikkat çekerek Ezher Üniversitesi'nde toplanan bir komisyonun bu tür tefsirler hakkında "dinde ilhad ve Allah'ın kelamını tahrif" hükmünü verdiğini kaydetmektedir
(ilhada düşmenin sebepleri hakkında bk. TEKFİR).
MUSTAFA SİNANOĞLU - İLHAN KUTLUER
İslam Ansiklopedisi
Lütfen Okumadan Geçmeyin;
İSLAM ÖNCESİ VE İSLAM SONRASI ATEİZM (DEHRİYYE)